TÜRK BAYRAKLARI

  • 2793 Pine St

    OSMANLI İMPARATORLUĞU

    ''Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi...''

  • 1100 Broderick St

    TÜRK MİLLETİ

    ''Türkler kahramandırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir.''

  • 868 Turk St

    ÇANAKKALE SAVAŞI

    “Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

  • 420 Fell St

    FETİH 1453

    ''İstanbul Muhakkak Fetholunacaktır. Bunu Gerçekleştirecek Ordunun Kumandanı Ne Mutlu Kumandan ve Askeri Ne Mutlu Askerdir.'' Hz. Muhammed (S.A.V.)

KAHRAMANLAR

9 Oca 2015

TİRYAKİ HASAN PAŞA ve KANİJE RUHU




Tiryaki Hasan Paşa Kanije savunmasıyla meşhur, Osmanlı kumandanıdır.

Tiryaki Hasan Paşa 1530 senesinde Ünye’de (bazı kaynaklarda kabrinin de Ünye’de olduğu yazmaktadır)doğdu.
Enderun'da yetiştikten sonra, Sultan Üçüncü Murad’ın şehzâdeliğinde Manisa’ya gönderildi. Onun baş muhasipliğini yaptı.

Sultan Üçüncü Murad Han, Osmanlı tahtına çıkınca rikabdar (hükümdarın atıyla, çizmeleriyle ilgilenen hükümdarın ata binerken üzengisini tutan kişi) oldu.

Saraydan çıktıktan sonra İzvornik sancakbeyliğine tâyin edildi. Bu vazifedeyken Mekemorya, Kanar ve Meçud kalelerini fethetti.  

Bazı kaynaklarda kahve içmeyi çok sevdiği için Hasan Paşa’ya "Tiryaki” denildiği yazmaktadır.

1583’te Göle, 1587’de Pojega sancakbeyi oldu. Kısa bir süre sonra beylerbeylikle Zigetvar’a gönderildi. 1594’te Bosna beylerbeyi oldu.

1595 yılı Ekim ayında vukû bulan Vaç Seferine katıldı.

Osmanlı Avusturya savaşları sırasında Eflak ve Boğdan cephesinde bulunan Hasan Paşa, Osmanlı birliklerinin yenilmesi üzerine yalnız kalmış, tek başına düşmana taarruz etmek istemişse de atının dizginlerine yapışan kethüdası;
 "Devletlü, siz tedbirli bir vezirsiniz. Tek başınıza düşmana nasıl karşı çıkarsınız? Sizin vücûdunuz bu millete lâzımdır” diyerek bırakmamıştır.

Bu durum Hasan Paşanın kahramanlığı hakkında anlatılanlardan sâdece biridir.

Hasan Paşa, Kanije Zaferinden sonra, 1601 yılında Bosna,  1602 de Budin,  1603’te Rumeli beylerbeyliğine tâyin edildi.

Celâli isyanlarının bastırılmasında, Kuyucu Murad Paşayla birlikte hareket etti.

1608 yılında tekrar Budin Beylerbeyliğine tâyin edilen Hasan Paşa, 1611 yılında bu vazifedeyken Budapeşte’de vefât etti.

Hasan Paşa; kahramanlığı, zekâsı, askerî kurnazlığı ve vazifeye bağlılığıyla tanınmıştı.
İlme büyük değer verip, âlimleri sever ve himâye ederdi.

Vefâtı, devlet erkânı ve halk arasında büyük üzüntüye sebep olmuştur.

KANİJE  SAVUNMASI

Kanije Savunması, 1593-1606 Osmanlı-Avusturya Savaşı döneminde, 1601'de 73 gün boyunca Kanije Kalesini kuşatan Habsburg ordusuna karşı Osmanlıların yaptığı savunma ve karşı saldırıdır.

1600 yılında Kanije Kalesi fethedilerek beylerbeylik hâline getirildi ve idâresi, Tiryaki Hasan Paşaya verildi.

Ertesi sene (1601) Avusturya Arşidükü Ferdinand, 50.000 kişilik kuvvet,  42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı.

Orduda, başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere İtalya, İspanya, Papalıkla gönüllü Fransız ve Macar birlikleri bulunmaktaydı.
Kaledeyse sâdece 5000 civârında asker ve sınırlı sayıda cephane vardı.

9 Eylül günü kaleyi bombalamaya başlayan müttefikler, günde ortalama 1500 gülle atıyorlardı. Açılan gedikler geceleri bin bir müşkülatla mümkün mertebe kapatılıyordu.

Hasan Paşa, Vezir-i âzama haber göndererek yardım talep ettiyse de bir netice elde edemedi. Ancak, Paşa, bu durumu askere sezdirmedi.
Düşman kaleye girebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Kuşatma süresi uzadıkça kalede yiyecek-içecek ve barut azalmıştı. Bu yüzden kaledekiler az yiyor, az içiyor ve her kurşunu dikkatle atıyorlardı.

Ekim sonlarına doğru, düşman, Kanije’ye girebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Nehir üzerine köprü kurdularsa da Hasan Paşa, geceleyin bu köprüyü yaktırdı. İkinci köprülerini de çengellerle içeri çektirdiğinden, üzerindekiler nehre atlayıp boğuldular.

Hasan Paşa, kale sınırlarına yaklaşan düşmana yalnız tüfek atışı yaptırıyordu.

Müttefik kuvvetler, Türklerde top veya cephâne olmadığı hissine kapılmıştı. Bu sebeple kaleye toplu bir hücuma kalktıkları anda, yüz topa birden ateş emrini veren Hasan Paşa, düşmana büyük zayiat verdirdi.

Aldığı esirlereyse içi kum dolu, fakat üstü un ve barutla örtülü çuvalları göstererek, düşmanın iâşe ve cephâneyi bitirmek ümidini kırmıştı.

Ancak Belgrad’ın düşman eline geçmesinden sonra, Arşidük Matyas da kuvvetleriyle gelip Kanije’yi muhâsara edenlere katıldı. Ertesi gün ise, tâze kuvvetlerle yeniden hücuma geçildi. Hasan Paşanın başını getirene kırk köy vaad ediliyordu.

Şiddetli ve korkunç hücumlar, Hasan Paşanın tedbir ve direktifleri sâyesinde bertaraf ediliyordu.

Kalede kuşatma günleri ilerledikçe her taraf yanmış, yıkılmış, kale harabeye dönmüştü fakat moraller hâlâ yüksekti.  Askerler çok güvendikleri ve "Paşa Baba” dedikleri Tiryaki Hasan Paşa’nın etrafında kenetleniyorlar, Tiryaki Hasan Paşa ise bir taraftan kaledeki askerlere güven ve moral verirken bir taraftan da kaleyi kuşatanlara kale de sanki çok asker ve mühimmat varmış havası veriyordu.

Hasan Paşa, vur-kaç taktiği ile aldığı esirlere, yanındaki Macar asıllı bir paşa vasıtasıyla salıverdirtiyor, paşa salıverilen esirlere iki taraflı oynuyormuş gibi "ben aslında sizdenim” diyerek kale hakkında Hasan Paşa’nın düşmana gitmesini istediği bilgileri verdirtiyor böylece salıverilen macar askerler düşman karargahına gidip az kalmış asker sayısı ve mühimmat sayısını değil daha fazla rakamlar vererek düşmanların direncini kırıyordu.

Daha sert saldırılara başlayan Haçlı ordularına Tiryaki Hasan Paşa uzun müddet direnmiştir. İçerideki silahlarla kalenin uzun müddet savunulamayacağını anlayan Hasan Paşa düşmanın moralini bozacak çalışmalar yapmış, ölen askerlerin cebine mektup yerleştirmiştir. Bu mektuplarda kalenin uzun süre savunulacağını ve Padişah ordusunun çok yakında olduğunu bildiren ifadeler bulunmaktadır.

Bununla beraber Hasan Paşa kalede sürekli mehter marşı çaldırarak, sanki kalenin içinde sürekli şenlik yapılıyormuş gibi görüntüsü vermiş ve böylece kuşatma uzun sürdükçe düşman askerlerinin moralleri iyice düşmeye başlamıştır.

Bu arada düşmanlar saldırıları artırmış fakat kaleden gelen tüfek ve bazen top atışlarıyla 18.000 ölü vererek hücumdan vazgeçmişlerdir. Bu saldırılarda Papanın kardeşi yaralanıp, kahrından ölmüştür.

Kuşatmanın 2. ayına yaklaşılırken kalede cephane ve erzak ciddi miktarda azalmıştı. Bunu gören Tiryaki Hasan Paşa endişelenmiş fakat Yüzbaşı Ahmet Ağa imdadına yetişmiş ve gerekli malzemeler verildiği takdirde barut üretebileceğini söylemiş ve imalata başlanmıştır.
Üretilen bu barut, 2-3 hafta kadar idare etti. Ama bu barut da bitmek üzereydi. Erzaklar da artık ihtiyaçları karşılayamıyordu. Bir de sert kış geliyordu. Bu şekilde kalenin müdafaası imkânsızdı.

Bu Tiryaki Hasan Paşa'yı umutsuz bir şekilde düşünmeye sevk etti. Ama aklına son bir çare geldi. O da olmazsa, bu kale düşecekti. Gece baskını (huruç) yapılacaktı. Orduya haber salındı ve düşmana farkettirilmeksizin gece baskını için hazırlıklara başlandı…

Kalede 4000 kişi kalmıştı. Kuşatmanın 73. gecesi, yani 18 Kasım 1601'de, açıkta ve çadırda kalan düşman askerlerinin morallerinin bozulduğu bir sırada Osmanlı kuvvetleri, Hasan Paşa ve kurmayları dahil 3000 kişilik kuvvetle kaleden dışarı çıkıp düşmana hücum etti. Aynı zamanda kaledeki toplara da hep birden ateş ettirerek, düşman ordugâhını alt-üst etti. Haçlılara gece baskınını düzenledi.

Birbirine giren ve Osmanlı’dan yardım geldi zanneden düşman kuvvetleri, her şeyi bırakıp kaçmaya başladılar. Düşmandan 45 top, 14.000 tüfek, 50 otağ ve 10.000 çadırın yanında, Ferdinand’ın otağı, tahtı, altın ve gümüş eşyâları, arabaları, Hasan Paşanın eline geçti.
Bozgundan kaçanlar, Arşidük’ün etrâfında yeniden toplandılarsa da Hasan Paşa, düşmandan ele geçirdiği topları bunların üzerine çevirerek perişan etti.

Tiryâki Hasan Paşa, düşman karargâhının tamâmının temizlendiğini haber alınca, Arşidük’ün otağına doğru gitti. Otağın içersinde etrâfı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli ve direklerinin başı elmaslı bir taht vardı. Tahtın iki yanında sırma saçaklı on iki koltuk bulunuyordu. Tahtın önünde dört metre uzunluğunda süslü yemek masası duruyordu.


Bunları gören Hasan Paşa, şükür namazı kıldı ve tahta oturdu diğer beyler de derecelerine göre koltuklara oturdular.

Hasan Paşa, bu büyük muzafferiyeti dört temel esasla kazandıklarını söyledi.
Bu esaslar sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaattı.
Bu şekilde harekete devam ederlerse, Allah-ü Teâlânın kendilerine daha nice zaferler vereceğini söyleyerek emrindekilere nasihat etti.

Üç ay sürmüş olan Kanije Muhâsarasından sonra Hasan Paşa, elde ettiği ganîmeti ancak iki ayda kaleye nakledebildi. Muhâsara esnâsında hizmeti görülen beylere ve kumandanlara hediyeler dağıtarak rütbelerini yükseltti.

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1596-1603), Avusturya ve müttefiklerinin bozgunuyla neticelenen bu zafer haberine çok sevindi. İstanbul’da şenlikler yapılmasını emretti.

Tiryâki Hasan Paşaya vezir rütbesi verilip, haslar, murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilâlli sancak ve bir de hatt-ı hümâyun gönderdi.  (Bu pek alışılmış bir durum değildir)

Pâdişâh, hatt-ı hümâyununda Hasan Paşayı;
"Berhudar olasın, sana vezâret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, mânen oğullarımdır, yüzleri ak ola. Makbûl-i hümâyunum olmuştur. Cümleyi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım” diyerek methediyordu.

Pâdişâhın fermânını okuyan Hasan Paşa, ağladı.

Sebebini soranlara:
"Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, pâdişâh mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, pâdişâh mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum” cevâbını verdi.

Kanije savunmasını zafere dönüştürüp destanlaştırırken, Tiryaki Hasan Paşa’nın yaşı 70’in üzerinde idi…

Kanije Savunması neredeyse düşman kuvvetlerinin onda biri asker ile başarılı olmuş ve zafer haline gelmiştir.

Kanije’deki ruhun temelinde Tiryaki Hasan Paşa’nın da dediği gibi, "sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaat” önemlidir. Bu ruh Türk Milleti’ne has bir ruhtur ve günümüzde soyunun büyüklüğünü unutanlar için Kanije Zaferi Türk Tarihi’nden önemli bir örnektir.

Kanije Ruhu'nu milletimize hediye eden strateji ve taktik dehası Tiryaki Hasan Paşa ve silah arkadaşlarını rahmet ve minnetle anıyoruz…

Ruhları şad olsun.
Minnettarız…

Yararlanılan Kaynaklar;
İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c.III, s. 284-289, İstanbul, 2011.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, c. III, s.83-90, Ankara.
H. Ziya Ersever, (1986), Kanije savunması ve Tiryaki Hasan Paşa, Ankara: Genel Kurmay Basımevi,
Namık Kemal, (1993), Kanije ,İstanbul: Sebil Yayınevi
Kemal Erkan, (2008)Tiryaki Hasan Paşa ve Kanije Müdafaası İstanbul: Çamlıca Basım Yayın
Mehmet Köseoğlu, (2013), Kanije Zaferi, Babıali Kültür - BKY / Tarih Dizisi, İstanbul
M. Halistin Kukul, Kanije Destanı, , Türkiye Diyanet Vakfı
Ali Osman Atak Kanije Zaferi , Damla Yayınevi
Osmanlılar Albümü 2. Kitap, Akit

BİGALI MEHMET ÇAVUŞ (MEHMETÇİK ADININ İSİM BABASI)






Mehmetçik adının "isim babası" Bigalı Mehmet Çavuş, 1878 yılında Bulgaristan’ın Filibe Kasabasında dünyaya gelmiştir. 1877 - 1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında ailesi Anadolu’ya göç ederek Biga'nın Bahçeli Köyüne yerleşir.

Türk Milleti için ölüm-kalım savaşı olan Çanakkale Savaşı'nda Bigalı Mehmet Çavuş da cephededir.

İtilaf Devletleri deniz savaşları sırasında 4 Mart 1915'de ilk olarak karaya asker çıkarmayı dener. 

İtilaf donanması, 4 Mart 1915'de, 5 zırhlı ve 7 torpido desteğinde önce Seddülbahir tabyasını, kaleyi ve köyü 45 dakika ateş altına aldıktan sonra, 3 büyük sandalla Seddülbahir İskelesi'ne gelerek saat 15:30'da karaya tam teçhizatlı 75 civarında asker çıkartır.

İngilizler bu çıkarmayı Seddülbahir Tabyası Türkler tarafından boşaltılmış olduğunu zannederek yapmışlardı.

Aslında tahminlerinde haklılardı... Seddülbahir Tabyası Türkler tarafından boşaltılmıştı fakat bu bölgeyi kara saldırılarına karşı savunmaktan sorumlu olan 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey, 27. Alay 3. Tabur 10. Bölük eratından Mustafa oğlu Bigalı Mehmet Çavuş komutasındaki yarım takım askeri (20 asker) Seddülbahir Kalesi'ne yerleştirmiştir.

Deniz tarafına, karşıyı geniş bir açıdan görebilecek şekilde yerleşmiş olan Bigalı Mehmet Çavuş komutasındaki 20 Türk askerinin elinde sadece el bombası ve tüfekleri vardı...

Çıkarma olmadan önce Bigalı Mehmet Çavuş askerlerini toplamış ve şöyle bir konuşma yapmıştı...

"Bana bakın, üzerinde durduğumuz, ayağımızı bastığımız yer ata yâdigarıdır, vatanımızdır. Ha anamızın ırzı ha vatanın ırzı!
Bu gelenler de unutmayın ırz düşmanları... 
Bu ırz düşmanları buraya geldiklerine pişman olmalı!..."

İngiliz askerleri çıkarmaya başlayınca, Bigalı Mehmet Çavuş beklenen emri verir;
"Ateş!.."

Karaya çıkan İngiliz askerleriyle Mehmet Çavuş'un takımı arasında, 3 saat devam eden şiddetli bir çatışma yaşanır.

Seddülbahir Kalesi içerisinde bulunan Mehmet Çavuş'un askerleri sürekli yer değiştirip, ateş ederek sayılarını çok gösterdiler. Bu nedenle teknelerde bekleyen İngiliz askerlerinin tamamı karaya çıkamadı.

Bir ara Mehmet Çavuş’un tüfeğinin mekanizması işlemez olur. Tüfeğini yere atarak istihkam küreğini eline alır, düşman üzerine kürekle saldırır... (bazı kaynaklarda taşla saldırır demektedir fakat genel görüş kürekle saldırdığı yönündedir) 

Üç saat sonunda İngilizler 23 ölü, 35 yaralı ve 4 kayıpla gemilerine geri dönerler. 

Deniz Savaşları sırasında yaptıkları bu en büyük çıkarma hüsranla sonuçlanır. 

25 Nisan’a kadar başka çıkarma yapamazlar. 

Bu çarpışmada Türk askerlerinden 6 şehit, 13 yaralı vardır.  

Bigalı Mehmet Çavuş’ta başından ve göğsünden yaralanır. Avuçlarının içi de paramparçadır. Maydos Hastanesi’nde tedavi olur, hava değişimi için izin verilerek köyüne gönderilir. Fakat izin süresini tamamlamadan "Arkadaşlarım cephede savaşırken ben burada yatamam” diyerek tekrar cepheye döner. 

4 Mart günü Seddülbahir’deki çatışmayı Harapkale’den izleyen 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal,  Çanakkale Müstahkem Komutanlığına gönderdiği raporunda Mehmet Çavuş’un madalyayla veya başka biçimde ödüllendirilmesini ister. 

Mehmet Çavuş Gümüş Harp madalyası ile ödüllendirilir. Ayrıca kendisine Atatürk tarafından köstekli gümüş saat ve gümüş tabaka (tütün koyma yeri ve kahramanlık beratını koymak için ayrı bir bölümü olan) hediye edilir. 

Mehmet Çavuş’un kahramanlığı, kürekle düşmana saldırması ve askerleriyle beraber başarılı olması, her yerde büyük bir gurur ve kıvanç kaynağı olur. İstanbul gazeteleri ondan bahsederler. 

Bigalı Mehmet Çavuş, Çanakkale Savaşı'nın kamuoyuna adı açıklanan ilk kahramanıdır.

Türk askeri, Bigalı Mehmet Çavuş ve kahramanlığından ilhâm alınarak, o günden sonra Türk Milleti tarafından "Mehmetçik" diye anılacaktır.

Mehmetçik adının isim babası, Bigalı Mehmet Çavuş Çanakkale Savaşı bittikten sonra Bahçeli Köyü’ne döner. Toplam 16 yıl askerlik yapmıştır. Ara ara kısa süreli izne gelmiş yine cepheye dönmüştür. 

16 yıl askerlikten sonra hayatına kaldığı yerden devam etmeye çalışır. Geçimini sağlayabilmek için çiftçilik yapmaya başlar. Anne ve babasının Bulgaristan’dan getirdikleri geçim kaynağı olan İpek böcekçiliğini de yapar. Bu şekilde kendisinin ve ailesinin geçimini sağlar. 

Kendisine bizzat Atatürk tarafından teklif edilen maddi yardımları; "Ben vatanım için savaştım, para için savaşmadım” diyerek reddeder. 

Her yıl 18 Mart Deniz Zaferi törenlerine davet edilir sağlığı elverdikçe de katılır.

Hayatı boyunca devletten maddi hiçbir yardım görmez gücü yettiğince kendi geçimini sağlamaya çalışır. Ta ki seksen yaşlarında artık gücü yetmemeye başlayana kadar. 

İyice güçten kuvvetten düştükten, ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldikten sonra bir avukat aracılığıyla devletten yardım talep eder. Fakat avukatın çıkacak toplu paranın yarısını alırım demesi üzerine "Vay anasını benimle beraber mi savaştın? Bende almıyorum devletin parasını sana mı yedireceğim” diyerek talebinden vazgeçer. 

1960'lı yıllarda damadı Hüseyin Eren  köy muhtarı olunca maaş bağlanması için girişimde bulunur. Ankara’dan maaş bağlanması için sıraya alındığını bildiren yazı gelmesine rağmen sonuç alınamaz.  

Son yılları ekonomik sıkıntı içinde geçer ve ömrünü bu şekilde tamamlar.

Ömrünün son ayları yatalak hasta olan eşine bakmakla geçer. Eşine bakarken kendisi aniden hastalanır ve bir hafta içinde 3 Şubat 1964 tarihinde 86 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşur. Kendinden 13 gün sonrada eşi vefat eder. 

Günümüzde ikisi de Bahçeli Köyü mezarlığında yatmaktadır.

Türk Askeri'nin "Mehmetçik" diye anılmasının sebebi olan kahraman Bigalı Mehmet Çavuş'u rahmet ve minnetle anıyorum...

28 Ara 2013

İsveçler de Türk Çıktı !



İsveçlilerin de ataları Türk çıktı! Peki Türkçe ve İsveççe ortak kelimeler
neler?*
      
         İsveçli ünlü tarihçi Sven Bring, İsveçlilerin atasının Türk olduğunu iddia
etti. Bring'in 1764'te yazdığı 'Türkçe ile İsveççenin Benzerlikleri'
kitabındaki iddiaya göre İsveçlerin atası olarak bilinen Oden, gerçekte
İskandinavya'ya Orta Asya'dan gelmiş bir Türk. Tarihçi Bring, İsveç
destanlarında, beraberindeki Türklerle bugünkü anayurda gelen Oden'in
hikâyesine dayandırdığı iddiasını Türkçe ile İsveççenin benzerliklerini
ortaya koyarak güçlendiriyor.

         1707-1787 yıllarında yaşayan ve yaptığı çalışmalardan dolayı asalet unvanı
verilerek soyadı 'Lagerbring' olarak değiştirilen Profesör Bring, Vikingli
kardeşlerimizle olan ortak yanlarımızı 200 kadar kelime üzerinde çarpıcı
biçimde gösteriyor.

         Araştırmacı Abdullah Gürgün, Bring'in kitabını Stockholm'deki Kraliyet
Akademisinde bulup incelemiş. Orijinali 58 sayfa olan kitabı Türkçeye
çevirip incelemek isteyen Gürgün, hayret verici bir durumla karşılaşmış.
Zira gotik ve fraktur harflerle yazılan eserde, Osmanlıca, İngilizce,
Almanca, Latince, İbranice, Grekçe ve İzlandaca dillerinden kelimeler
kullanılmış. Gürgün, bunun üzerine İsveç Radyo ve Televizyon Müdürü Vibeke
Bolinder ile arkeolog Björn Lindström'den yardım alarak eseri çevirebilmiş.
Onun, Bring'in eserinde dikkatini çeken nokta ise, İskandinavya'ya geliş
zamanının tartışmalı olduğunu belirtilen Oden'in, Asyalı ve Türk
yoldaşlarıyla birlikte şimdiki yurduna geldiğinin kesin olması olmuş.
Bring'in eserde kullandığı şu ifadeler Oden ve yoldaşlarının Türk olduğunu
bir İsveçlinin söylemesi açısından hayli önemli: "Oden, Herwarar masalının
1. bölümünde Tirkiar (Türkler) ve Asiamen (Asyalılar) olarak tanıtılan
adamların önderiydi. Burada anlatılan soy ağacında, Oden'in oğlunun adı
Yngve Tirkia'dır. Bunu öne süren Sturlason (İsveçli ünlü destan yazarı),
Oden'in çok mülkünün bulunduğu ve Tyrkland'dan (Türkiye) yolculuğunu
ayrıntısıyla anlatır."
 *Voy voy voy!*

           Bu tezden yola çıkan Gürgün, İskandinav mitolojisi ve İzlanda masalları ile
yazar Sturlason'un Kral masallarını da inceleyerek hayli ilgi çekici bir
kitap ortaya koyuyor. Örneğin bizim 'ılık su'yumuza İsveçlilerin yerlileri
olarak bilinen Lapların verdiği isim 'İlikus'. Yine bir İskandinav dili
Fince ile Türkçe arasındaki benzerlikler; sine-sen, olla-olmak, voy voy voy-
vay vay vay gibi dikkat çekiyor. Finlandiya'nın Abo kentinin Fin dilindeki
karşılığının 'Turku' olduğunu anlatan Abdullah Gürgün, Türkçe ve İsveççe
bazı ortak kelimeleri de şöyle sıralıyor:* 'Gaur- gâvur (Türkçe Müslüman
olmayan kastediliyor), 'kaf-kafi', 'gierig- gayret', 'scharf- sarp', 'bocka-
bükmek', 'zaerrer-zarar', 'germ-geri'*

          Bugün İsveç'teki Türkivagen'de (Türk Köyü) yaşayan Gürgün, son yıllarda
ülkeye göç eden Türklerin dilinden İsveççeye geçen kelimelere de yer
veriyor: 'kalabalik- kalabalık', 'kal dolmar-lahana dolmaları',
'kiosk-köşk', 'kula-gülle', 'ger-ver', 'divan-divan' Türkçenin de içinde
bulunduğu Ural Altay dil ailesine mensup olan İsveççenin sondan ekli ve ses
uyumlu bir dil olduğuna dikkat çeken Gürgün, "Aynı iki dilin, aradan geçen
bunca zamanda bu kadar az ayrışması şaşırtıcı." diyor. Gürgün'ün Kaynak
Yayınları'ndan çıkan kitabında anlattığı benzerlikler uzun süre
tartışılacağa benziyor.

               *Türk 'Hakan'ları ünlü İsveçliler*

        Bizimle ilginç benzerlikler taşıyan İsveçlilerin çocuklarına Hakan ismini
koymaları da ayrı bir dikkat çekici nokta. Zira bugün anne-babası İsveçli,
Hakan ismine sahip olan yüzlerce İsveçli bulunuyor. Bu ismin İsveçlilerin
kökeninde bulunduğunu belirten yazar Abdullah Gürgün, yakın tarihsel
birlikteliğe işaret ediyor.

               İsveçliler Hakan ismini asaletin sembolü olarak çocuklarına hiç çekinmeden
veriyor. Hakan ismine sahip bazı İsveçliler ise şöyle: Hakan Mild, Hakan
Hülten (futbolcu), Hakan Samuelsson (işadamı), Hakan Larsson (basketbolcu),
Hakan Wennnerstrom (yazar).

                 *İsveçlilerin atası Oden, Uygur Kralı Buku Tegin mi?*


İsveç mitolojisinde Oden'in Hugin 'Hafıza' ve Munin 'düşünen' adlı iki
kargası vardır. Hugin ne olduğunu Munin ise ne olacağını ifade eder. Oden'in
diğer hayvanları ise Freke ve Gere adlı iki kurttur. Abdullah Gürgün,
kitabında iki kargası ve iki kurdu olan Oden'in özelliklerinin Uygur Hakanı
Buku Tegin'le olan benzerliğine dikkat çekiyor: "Türk destanlarında Buku
Tegin'in de üç kargası olduğu söylenir. Kurt motifi ise Türk destanlarının
vazgeçilmezidir. Yine Stockholm yakınlarındaki Birka antik kentinde yapılan
kazılarda bulunan mezarlar Altaylarda bulunanlarla aynı özellikleri
gösteriyordu

13 Ara 2013

HUN TÜRKLERİ

HUN TÜRKLERİ





BÜYÜK HUN DEVLETİ

Tarihte bilinen ilk Türk devletidir. Türkçe de halk, insan anlamına gelmektedir. Çin belgelerinde Hunlar, Hiung- Nu olarak adlandırılmıştır.
Bu devletin ilk dönemleri hakkında yeterli belge bulunmamaktadır. Bu devletle ilgili ilk tarihi belge, MÖ 318 yılına ait olan Çince yazılmış bir antlaşma metnidir. Büyük Hun devletinin büyük bir güç olarak ortaya çıkması MÖ III. Y.y ‘ın sonlarındadır. Hun Türklerinin akınlardan korunabilmek amacıyla yapılan Çin seddi bu yüzyılın sonlarında tamamlanmıştır. Bu set 2450 km olup, yedi ila ondört metre arasında değişir. Belli aralıklarla kale ve gözetleme kuleleri bulunur. Bu kalın ve yüksek duvarlar Hunların Çin sınırlarını aşmasını önleyememiştir. Hun Türklerinin ilk yurtlarının Orhun ve Selenga nehirleri ile Ötüken çevresi olduğu bilinmektedir. Fakat zamanla Orta Ayanın tamamını yakın bir kısmı sınırlar içerisine katılmıştır.

TEOMAN DÖNEMİ(M.Ö.220-209)

Hunların bilinen ilk hükümdarıdır. Teoman’ın en büyük başarısı, Çin’in içinde bulunduğu karışıklıktan yararlanarak, çevresinde bulunan Türk boylarını bir bayrak altında toplamaktır.
Çin’e yapılan akınlarla önemli topraklar kazanılmış ve Çin zor durumda bırakılmıştır. Ne Çin seddi, nede Çin orduları Türklerin bu ülkelerin içerisine kadara girmelerine engel olamamıştır. Çin budurum karşısında kendi ordularında Türk tazı bir örgütlenmeye gitmiştir.
Teoman’ın hükümdarlık yüzünden oğlu Mete ile arası açıldı. Mete’nin üvey annesi onun yerine kendi oğlunun tahta geçmesini istiyordu. Teoman’ı Mete’ye karşı kışkırttı. Amacına ulaşmak için Mete’nin Yüeçilere tutsak olarak verilmesine sebep oldu . Ardından da Yüeçilere savaş açıldı. Bir fırsatını bularak Yüeçilerin elinden kaçan Mete, kuvvetleriyle babasını, annesini ve kardeşlerini öldürüp Hun tahtını ele geçirdi.

METE DÖNEMİ (209-174)

Çin kaynaklarında Mau- tun olarak geçen bu hükümdara Türk tarihçileri Mete demişlerdir. M.Ö. 209 da babası Teoman’ın yerin tahta çıktı. Dünyanın en disiplinli ordusunu kurarak ülke içindeki karışıklıkları önledi. Bu sırada Hunların güneyinde de Çin İmparatorluğu, Güney batısında Yüeçiler ve doğusunda Tung-hular vardı.
Mete ilk seferini, kendisinden sürekli toprak isteğine bulunan Moğol kökenli Tung-hulara üzerine yaptı. Onşları ağır bir yenilgiye uğratarak topraklarını ele geçirdi. Daha sonra ipek yoluna hakim olan Yüeçiler üzerine bir sefer düzenledi ve Yüçiler hun egemenliğine alındı.






METE DÖNEMİNDE TÜRK- ÇİN İLİŞKİLERİ

Çin sınırındaki Hun otlaklarının alınması amacıyla sefer düzenlenmiştir. M.Ö. 197 yılında Çin’in 320 bin kişilik ordusu pusuya düşürülerek yenildi. Bir barış antlaşmazı imzalandı ayrıca Çin her yıl vergi vermeyi ve ipek göndermeyi kabul etti. Bu antlaşma Çinliler ve Hunlar arasında uzun yıllar sürecek ticari ilişkileri de başlatmış oldu.




METE HAN’IN TARİHTEKİ ÖNEMİ

• Türk soyundan olan bütün toplulukları kendi yönetimine aldı.
• Tung-huların ısrarlı toprak istekleri karşısında “toprak milletindir, onu kimseye veremez” diyerek ilk defa vatan ve millet sevgisini ortaya koymuştur.
• Çin’i mağlup etmiş olmasına rağmen asimile olmamak için Türkleri Çin’e yerleştirmemiş sadece vergiye bağlamıştır.
• Pek çok devlet tarafından örnek alınan bir ordu sistemi kurdu.
Mete han M.Ö.174 yılında öldüğünde devletin sınırları doğuda Japon denizine, batıda Aral Gölüne, güneyde Tibet’e kuzeyde Sibirya’ya dayanmıştır. Mete’den sonra yerine oğlu Ki_ok geçmiştir.

Kİ-OK DÖNEMİ (174-160)

Ki_ok Çin’e bir sefer düzenledi ve başkentteki imparatorluk sarayını yaktı. Çin ile olan Ekonomik ve Siyasi geliştirmek için, Çinli bir prensesle evlendi. Siyasi düşüncelerle yapılan bu tür evlilikler, Türk devletleri için genellikle kötü sonuçlar doğurmuştur. Çünkü prensesler kalabalık bir orduyla geliyor ve oralardaki casuslar Türk boylarını ve prenslerini birbirlerine düşürüyordu. Ki-ok ‘tan sonra oğlu Chün-ch ‘en (Çün-çin ) hükümdar oldu.

CHÜN-CH ‘EN (ÇÜN-ÇİN) DÖNEMİ (M.Ö. 160-126)

Çin bu dönemde çok güçlenmişti. En büyük amacı Hunları ortadan kaldırmak ipek yolun tek başına hakim olmaktı. Bu amaca ulaşmak ve Türk devletini içten yıkmak için, Türk prenslerini birbirine kışkırttı. Türk ülkesine ipek ve lüks eşyalar sokarak rahata ve lükse alıştırdı. Bunların sakıncaları başlangıçta pek fark edilmedi. Ancak zamanla devlet zayıflayarak ülkedeki iç huzursuzluklar arttı. Bu dönem de uzun süren iç savaşları devleti temelinden sarstı ve hatta bazı Hun beyleri Çin’e sığındı. Hunların ipek yolu üzerindeki hakimiyeti kayboldu.

BÜYÜK HUN DEVLETİNİN PARÇALANMASI

Hunların Çin’e üstünlüğünün kaybolması üzerine Çin’in ödediği ipek ve verginin kesilmesi, Hunları zor duruma düşürdü. Çin’in Türk ülkesine uyguladığı bölücü politikalarda etkisini göstererek devletin zayıflamasına ve parçalanmasına zemin hazırladı. İpek yolu Çin denetimine geçti. (M.Ö. 60) Türkler bundan ekonomik zarar gördü. Bu durum karşısında Hun Hakanı Ho-han-yeh (M.Ö.58-31) Çin hakimiyetine girmekten başka çare olmadığını düşündü. Bu düşünceyi utanç verici bulan kardeşi Çi-çi onunla mücadeleye girişti. Böylece doğu ve batı Hunları olarak 2’ye bölündüler. Doğu Hunları zamanla Çin hakimiyetine girdi ve Ho-han_yeh ‘in ölümünden sonra Çin’e karşı tekrar mücadeleye giriştiler. Yu_tanhu (18-46) zamanında tekrar bağımsız oldular fakat bu durum uzun sürmedi. Yu_tanhu’nun ölümünden sonra Doğu Hunları ; Kuzey ve Güney Hunları olmak üzere 2’ye ayrıldı.(48)

Kuzey Hunları : Çin orduları hular üzerine akınlara başlayınca Sienpiler’de bu durumdan yararlanarak saldırıya geçtiler. İki cephede sürekli savaşlar Hunları yıprattı ve M.S. 156 ‘da Sienpiler tarafından yıkıldılar. Kuzey hunları kitleler halinde batıya doğru göç ederek Aral gölünün doğusundaki Hun topluluklarına katıldılar. Bu bölgede toplanan hunlar daha sonra meydana gelen Kavimler göçünde önemli rol oynadılar.
Güney Hunları : Kuzey Hunlarını yıkan Sienpi akınları,daha sonra güney hunlarına yönelerek güçten düşmelerine ve Çin egemenliğine geçmelerine neden olmuştur.216 yılında sona ermiştir.

KAVİMLER GÖÇÜNÜ VE AVRUPA HUNLARI

Yurtlarındaki egemenliklerini kaybeden hunlar, Asya’nın batı bölgesinde yaşamaya başladılar. IV. Y.y’da Hazar Denizi ile Aral Gölü arasındaki bölgeleri ele geçirdiler. Doğudan gelen baskılar ve kuraklık nedeniyle batı yönündeki ilerlemeleri devam etti. Bu sırada Karadeniz’in kuzeyinde ve doğu Avrupa’da Gotlar, Gepitler, Vandallar, gibi Germen Kavimleri yaşamaktaydı. Balamir liderliğinde ki Hunlar İtil’i geçtiler ve Karadeniz’in kuzeyine doğru harekete geçtiler. Bu ilerleyiş karşısında Vizigotlar, Gotlar, Vandallar gibi topluluklar batıya doğru bir birini iterek yer değiştirdiler. Barbar Kavimlerin bu yer değiştirme olayına “Kavimler göçü “denir. (M.S. 375)
IV. y.y.’ın sonlarına doğru Balmir liderliğindeki Hunlar doğu Anadolu’ya girdi ve Tuna nehrini Roma İmparatorluğundan bir direniş görmeden geçerek Trakya’ya kadar ilerlediler. Uldız döneminde ise Kerpat dağlarını aşarak Macaristan’a girdiler ve burada Avrupa Hun Devletini kurdular.

ULDIZ DÖNEMİ


Hun Devletinin dış siyaseti bu dönemde belirlendi. Roma(Bizans) sürekli baskı altında tutularak Barbar kavimlere karşı Batı Roma ile iyi ilişkiler içinde bulunulacaktı. V.y.y.’ın başında Hunlar, doğuda ve batıda kazandıkları başarılar sonucunda merkezi birliğe sahip güçlü bir devlet olarak ortaya çıktılar. Uldız’ın 410 yılında ölümü üzerine yerine Karaton geçmiş 10 yıl hükümdarlık yapmış fakat hakkındaki bilgiler son derece azdır. Bu dönemde Hunlar Orta Avrupa’dan Hazar’ın doğusuna kadar uzanan geniş topraklara sahip oldular.

RUA DÖNEMİ (422-434)


Rua ülkeyi kardeşleri Muncuk, Oktar ve Aybars ile birlikte yönetti 422 yılında casusluk faaliyetlerini öne sürerek Bizans üzerine bir sefer düzenledi ve vergiye bağladı.
Batı Roma daki taht kavgalarından yararlanmak isteyen Bizans İtalya’ya kuvvet gönderdi fakat Rua altmışbin kişilik bir orduyu Batı Romanın yardımına göndererek Bizans’ı geri çekilmez zorunda bıraktı.434 de ölümü üzerine yerine kardeşinin oğlu Atilla geçti.

ATİLLA DÖNEMİ


Avrupa hunları en parlak dönemini Atilla zamanında yaşadı. Ülkeyi kardeşi Bleda ile yönetti. Bizans tarafından kışkırtılan ve bu ülkeye sığınan Hun kaçakları sorununu çözmek için Bizans seferine seferine çıktı 434 yılında Hun sınırına gelen Bizans heyetiyle Margos Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre;

*Bizans Hunlara ödemekte olduğu vergiyi iki katına çıkarttı.
*Hunlara bağlı kavimlerle antlaşma yapmayacak.
*Ticari sınırlar sınır kasabalarında sürdürülecek.
*Bizans Hun esirlerini iade edecekti.





ATİLLANIN SEFERLERİ

1. Balkan Seferi (441-442)
Bizans’ın Marpos antlaşmasının koşullarını terine getirmemesi üzerine Atilla Bizans üzerine sefere çıktı. Doğu Trakya’ya kadar ilerleyen Atilla Bizans’la yeni bir antlaşma yaptı. Tuna boyundaki kaleler hunlara geçti. Böylece balkanların yolları hunlara açılmış oldu.

II. Balkan Seferi

Bizans için yerine getirilmesi en zor koşul vergi ödenmesiydi. Yine vergileri ödemeyen Bizans üzerine 447’de bir sefer düzenlendi. Bizans İmparatoru Theodosius barış istedi ve Anotolyos barışı imzalandı. Böylece Bizans üç katı vergi ve savaş tazminatı ödeyecek, Tuna’nın Güneyindeki yerler askerden arındırılacaktı. Bu dönemde Hun siyasetinde bir değişiklik oldu. Atilla artık Batı Roma’ya yönelmenin zamanının geldiğine inanıyordu.

BATI ROMA (GALYA) SEFERİ (451)

Bizans üzerinde kesin egemenlik kurduğuna inanan Atilla. Batı Roma’yı dize getirmek için hazırlığa başladı. Kendisine nişan yüzüğü gönderen Honorya ‘nın teklifini kabul etti ve İmparatorluğun yarısını Çehiz olarak istedi. İsteğinin reddedilmesini bahane ederek harekete geçti. İki ordu Katolon Ovasında karşılaştı. Yapılan savaşta iki tarafta ağır kayıplar vererek geri çekildi. Bu savaşta Atilla’nın amacı Batı Roma’nın askeri gücünü saf dışı bırakmaktı ve başarılıda olmuştu.

İTALYA SEFERİ(452)

Atilla 452 yılında yüzbin kişilik orduyla Alpler üzerinden İtalya’ya girdi. Romanın onu durdurarak gücü kalmamıştı. Papa I. Leo Başkanlığında bir heyet Hun İmparatorluğundan Roma’yı bağışlamasını istedi. Atilla Roma’nın Hıristiyan dünyası için kutsal bir merkez olması ve Roma’yı 410 yılında yağmalayan **** kralının aniden ölmesi nedeniyle bu isteği kabul edildi.
Bizans’ı ve Batı Roma’yı etkisiz hale getirdikten sonra yönünü Sasanilere çevirdi fakat 453 te öldü.

AVRUPA HUN DEVLETİNİN YIKILIŞI

Atilla’nın ölümünden sonra yerine geçen oğulları İlek, Dengizik, İrnek devleti babaları kadar iyi yönetemediler. İlek ayaklanan permen kavimleri ile savaşırken hayatını kaybetti (454). Yerine geçen kardeşi Dengizik zeki fakat siyasi yönden başarısızdı. İçinde birçok kavimi barındıran Hun devleti’nin birlik ve bütünlüğünü koruyamadı. Doğu Roma ile yapılan mücadelede öldü (468). Ülkenin başına geçen İrnek, artık Batı ve Orta Avrupa’da tutunmalarının mümkün olmadığı görerek, kendine bağlı Hunlar la beraber Karadeniz’in Kuzeyine çekildi. Kalan Hunların bir kısmı Orta Asya ya geri dönerken, diğerleri ise Avrupa’ya yönelen Avarlara katıldı.

AKHUNLAR (EFTALİTLER)

Büyük Hun Devleti’nin yıkılmasından sonra 350 yıllarında Çin egemenliğine istemeyen Hunların büyük bir bölümü batıya göç ettiler. Batıya göç edenlerin bir kısmı Avrupa’ya ilerlerken, bir kısmı da güneye inip Afganistan ‘ın kuzeyine yerleştiler. Akhunların İran üzerine yaptığı akınlar Sasani devletini zor duruma düşürdü. Kün Han zamanında Akhunlar, Sasanilerin içişlerine karışmaya başladılar. Bu sırada İran’da Mazdek, isyanı meydana geldi. İsyanı kontrol altına alamayan hükümdar Akhunlara sığındı. İsyan Hunların yardımıyla bastırıldı. Bu olaydan sonra Akhunlar İran üzerinde büyük bir nüfusa sahip oldu.
Sasani devletinin başına geçen I. Anişirvan, Akhun nüfusundan kurtulmak için bir takım çareler aramaya başladı. Bu sıra da Orta Asya’da Göktürk devleti kurulmuştu (552). Bunlar Akhunlar elindeki İpek yoluna hakim olmak istiyorlardı. Göktürk hükümdarı İstemi Yabgu Sasanilerle anlaşarak Akhunlar üzerine yürüdü ve 557 yılında Akhun devleti yıkıldı. Toprakları Göktürk ve Sasaniler tarafında paylaşıldı.
Toplum Yapısı: Aileye doğuş denirdi. Ailenin birleşmesine Urug(Sülale), urugların birleşmesiyle Boy, Boyların birleşmesiyle Budun(Millet), budunların birleşmesiyle İl(Devlet) meydana geliyordu. Göçebe yaşam Türk toplumunda büyük ailelerin oluşmasını engellemiştir. Kadınlar erkeklerle eşit haklara sahipti ve tek eşlilik yapıldı.
Sosyal Hayat : Halk sınıflara ayrılmazdı. Kölelik ve soyluluk gibi kavramlar ortaya çıkmamıştır. Göçebe yaşadıkları için hayvancılık yaparlardı ve atın önemi büyüktü. Yazın yaylalarda kışın ise korunaklı vadiler olan kışlalarda yaşarlardı.
Et, önemli yiyecekleriydi. Kısrak sütünün mayalanmasıyla elde edilen kımız en ünlü içecekleridir. Toy adı verilen şölenler düzenlenir ve kopuz denilen çalgı çalınırdı. Bu şölenlerde halk giydirilip doyurulurdu. Böylece sosyal dayanışma sağlanırdı.
Devlet Yönetimi : Hükümdarlar Kağan, Hakan, Hanşangü, Yabgu, İlteber, İdikut gibi unvanlar almıştır. Hükümdarlık yetkisinin tanrının verdiğine inanılır ve bu yetkiye Kut denilir. Devlet töre denilen kulalarla yönetilir.
Veraset Sistemi : Türk devletlerinin en zayıf yönü belli bir veraset sisteminin bulunmamasıydı. Hükümdar öldüğünde bütün çocuklarının tahta geçme hakkı vardı. Buda taht kavgalarına, dolayısıyla da devletin kısa ömürlü olmasına neden oluyordu.
Ülke gök tanrı inancına göre federatif sistemle yönetiliyordu. Devlet işleri urultayda görüşülürdü.
Ordu : Bozkırın güç koşulları Türkleri mücadeleci bir ulus haline getirmiştir. Ordu ücretsizdi, her Türk asker sayılırdı, her yönetici savaşa hazır bir komutandı. İlk düzenli ordu Mete tarafından kuruldu. Savaşlarda Turan taktiği uygulanırdı.
Din ve İnanış : Gök tanrı inancı yaygındı. Ölümden sonraki hayata inanılırdı. Ölüler Kurgan denilen mezarlara gömülür, mezarlarına öldürdüğü insan sayısı kadar taş dikilirdi (Balban) . Bunun yanında ; tabiat kuvvetlerine, Şamanizm, mani dinine inananlarda vardı.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

F.S.MEHMET

F.S.MEHMET
HAYATI ,YAPTIKLARI VE ADALETİ

SEYİD ONBAŞI

HOCALI KATLİAMI

HOCALI KATLİAMI
UNUTMA ,UNUTTURMA !

ATATÜRK

© 2013 TÜRKLERİN HİKAYELERİ. BÜYÜK TÜRK BİRLİĞİ SAĞLANMALIDIR. TÜRK BİR DEVDİR!